22 Mayıs 2012 Salı

Bebek Eşyaları

Geriye dönüp baktığımda aldığım ve memnun kaldığım şeyler :

- Mothercare Oda Takımı - Hem karyola boyutları ideal, hem de diğer ürünleri çok kullanışlı. Biz karyola, dolap, iki tane de çekmeceli dolap aldık. 2 ayrı serinin ürünlerini birleştirip aldık. Dolap ve yatak Pure serisi, uzun ince 5 çekmeceli dolap (tallboy) ve 3 çekmeceli alt değiştirme ünitesi Westburry.

- Fisher Price Dönence - 6 aylık olduktan sonra tutup çektiği için yataktan çıkardık. Şimdi yine odasında başka bir köşede duruyor. Gece uyuturken açıyoruz müziği çalıyor. Bazen de ışıklarını açıyoruz onlara da hala bakıyor. Şimdi parmaklarıyla göstermeyi öğrendi. Tavana yansıyan kelebek şekillerini gösteriyor.

- Can Bebe Bebek Bakım Örtüsü. Çok kullanışlı. Kullan at şeklinde yapılmış. Ama tabii kirlenmediği sürece aynı örtüyü kullanabiliyorsun.

- Uni baby Islak Mendil - hala kullanıyoruz. diğer ıslak mendiller gibi parfümlü, birşeyli birşeyli değil. Bildiğin pamuk mendil ve su o kadar.

Fotoğraftaki Önlükler: LEFTRight via Etsy

18 Mayıs 2012 Cuma

Ne Düşündüm Ne Oldu - Devam

Dedim ki, ben bebeğimi alıp alışveriş merkezlerine götürmem. Başka yerlerde buluşurum arkadaşlarımla. Evde olurum, parkta olurum. Meğer alışveriş merkezleri ne kadar da rahat oluyormuş, minik bir bebekle. Gündüzleri hiç kalabalık olmuyormuş. Alt değiştirme, emzirme için ayrılan bebek bakım odaları varmış. Hatta mesela, Ankara Gordion'daki Mothercare mağazasının kendi bebek odası var müşterileri için. Benim en rahat ettiğim bebek odalarından biri orasıydı.

Bebeğimi kucakta uyutmam bence ben diyordum. Bizim minik 13 aylık oldu, hala kucakta uyutuyoruz. Hem de ayakta ve kucakta. Alıştı mı alıştı evet. Ama oğluma sarılıp sarılıp uyutmak da ayrı güzel ya. :)

0 - 3 Yaşın Önemi


Sabiha Paktuna Keskin'in makalelerini okuyorum. 0-3 Yaş için yazdığı aşağıdaki makaleyi beğendim. 
Buradan da okuyabilirsiniz. 

Bebekle anne arasında olağanüstü bir bağ vardır…

Bebek ile annesi arasında hissedilen bir bağ vardır. Bebek, bir oda dolusu insan içinde bile annesini fark eder. Ağlarken, annesinin kucağına gelince susar. Annesinin varlığında yaramazdır. O yokken, 'kuzu' gibidir. Değil kardeşi, telefondaki sesle bile annesini paylaşamaz. Daha pek çok durumda, görünmez olan çocuk-anne bağı görünür olur.


Çocuk ile annesi arasındaki bu bağın örselenmesi halinde, çocukta 'ayrılma anksiyetesi' ortaya çıkar. Çocuk içine kapanır, zihin ve lisan gelişimi durur, hatta geriler. Uyuyamaz, kabızlık çeker, aşırı terler, hırçındır ve öfke krizleri yaşar. Saçını kestirmez, tırnağını elletmez. Başına su dökmek sanki bir felakettir. İşte böyle durumlarda, görünmez sanılan çocuk-anne bağı, daha bir görünür olur.

Çocuk ile anne arasındaki bu bağ elle tutulur, gözle görünür olmadığından; çocukta ortaya çıkan içe kapanma ve gelişme gerilemesinin nedeni ilk bakışta anlaşılamayabilir. Sonuç olarak çocuk; 'huysuz, huzursuz, hırçın' olarak nitelenir. Bu davranışların altında yatan sebep araştırılmazsa; çocuğun sıkıntısı geçmediği gibi artarak devam eder. Öyle ki; davranışlarını da yaşam boyu etkiler.

Beyinde bu bağın gerçekleşmesinde rolü olan olağanüstü mekanizmaların keşfedilmesiyle birlikte, çocuk-anne bağının somut varlığı tartışmasız kabul ediliyor. Bu beyinsel yapıların keşfinden yıllar önce, bebek ile annesi arasında kurulan bu ilişkinin yetişkin davranışlarına olan etkisinden söz eden Bolwlby ve Ainsworth'ün isimleri, Himalayalar'da iki tepeye verilmiştir.

Bu çok özel beyin yapıları yaşamın ilk üç yılında kurgulanır. Etkileri ise, yaşam boyu sürer. Bir başka deyişle, yaşamın ilk üç yılında gerçekleşen anneye bağlanma sürecindeki herhangi bir olumsuzluk, bireyin davranışlarını yaşam boyu olumsuz olarak etkilemeye devam eder. 
0-3 yaş arasında "anneye bağlanma", "anneye bağımlılık" değildir. Bu yaşlarda bağlanmanın gerektiği biçimde olmaması, çocuğun gelişimini geriletir hatta durdurur…

Anneler de çocuklarına görünmez bir bağ ile bağlıdırlar…
Bu bağı zedeleyen her şey, annede de gerginlik yaratır. Yaptığımız araştırmalardan birinde, çocuğun anaokuluna gitmek üzere evden ayrılmasının dahi, annede derin bir kaygı yarattığını saptadık. Üstelik bu kaygı, annenin davranışlarına önemli ölçüde yansıyordu. Gerek bu çalışmanın sonucu, gerekse anne davranışları üzerine yapılmış olan diğer gözlemlere dayanarak, sebep ve süresi ne olursa olsun, bir annenin çocuğundan ayrılması halinde hissettiği endişenin 'kaybetme anksiyetesi' olduğu iddia edilebilir. Çünkü annenin, çocuğundan her ayrılışında onu kaybetme korkusuna kapıldığı açıktır.

Ayrılma anksiyetesi nedir?
Ayrılma anksiyetesi (korkusu); bebeğin kendisini koruyup kollayan, onun bakımını yapan kişinin, yani annenin yokluğunda, öz varlığının tehlikede olduğunu hissetmesidir.

Yaşamın ilk üç yılında çocuk, yaşayabilmek için bakıma muhtaçtır. O nedenle, annenin yokluğu, bu yaş çocuğu tarafından yaşamın sonu olarak algılanır ve anksiyeteye yol açar. Nitekim çocuk öz bakımını yapabilecek olgunluğa ulaşınca, annesine olan bağlanma ve dolayısıyla annesinden ayrıldığında hissettiği anksiyete ortadan kalkar.

Yaşamın ilk üç yılı boyunca, annenin sürekli sıcak, içten, koruyucu, kollayıcı davranışları sonunda kazanılan anneye bağlanma mekanizmaları, üçüncü yaştan sonra annenin kaybı ile anksiyeteye yol açmasa da, yetişkinin davranışları üzerindeki etkisini başka biçimde hissettirir.

Temel ihtiyaçları anne sıcaklığı ile anında karşılanan çocuk, bu sayede başkalarına güvenebilmenin temeline sahip olur. Aksi halde, yaşam boyu diğerlerine güvenmekte sıkıntı yaşar. Başkasına güven en zor kazanılan ama en çabuk kaybedilen duygudur. Yabancı birinin herhangi bir saldırısı üzerinde durulmaz, bu saldırı unutulur gider. Oysa güvenilen birinin en ufak bir yan bakışı, en ufak bir ters davranışı dahi asla affedilmez. İnsanın iç dünyasında silinmez izler bırakır. Çünkü güvenmek; kendini teslim etmektir. Böylesine hassas bir duygu olan güven, yaşamın ilk üç yılı boyunca anında ve sürekli bir şekilde özverili, koruyucu, kollayıcı anne davranışlarına karşılık olarak kazanılır. Aksi halde, yaşam boyu kazanılamaz. Eksikliği hep hissedilir. 

Sevgilerimle,
Prof.Dr. Sabiha Paktuna Keskin

17 Mayıs 2012 Perşembe

Ne düşündüm Ne Oldu

Doğumdan önce neler düşündüm ? Sonra neler oldu ? :)

Herşey doğumla başladı. Kesinlikle normal doğum diyordum. Sezaryen oldum. Hem de apar topar. Biraz da garip bir hikaye bence. Bir ara yazmalıyım. Hala bu konuda gidip doğum doktorumla konuşmam gerektiğini düşünüyorum ama adam detayları hatırlamaz ki, boşver hem ne olacak ki diye kendimi durduruyorum.

Tostosa yatak aldık. Kocaman kalın ortopedik. (Yataş). Koyduk karyolanın içine. Karyolamız Mothercare. Hatta o ara Mothercare'in ve Yataş'ın yatakları arasında kararsız kalmıştık. Mothercare'in kendi karyolaları için önerdiği yataklar 10cm kalınlığında, incecik yataklar. Yataş'ın ortopedik bebek yatağı ise 18 cm gibi. Mothercare karyolaları biraz alçak, daha doğrusu daha az derin olduğu için kalın yatak önermiyorlar. Ama tabii biz onları dinlemedik, ortopedik olsun diye Yataş aldık.

İlk aylar güzeldi, yattı yuvarlandı içinde. Ama yatağın içinde kendi kendine ayağa kalktığında, ki bu herhalde 9 aylıkken olmuştur (9 aylık mı emin değilim, kısmen atıyorum, çünkü geçmişe dair, kronolojik olarak, çok az şey hatırlayabiliyorum :) ), karyola korkulukları göğsünden de aşağıya geldi. Hop diye dışarı atlamaya çalışır diye korktuk. Bu durumun olacağını biliyorduk ama nedense gözlerimizle görmemiz gerekiyormuş. Bunun üzerine, park yatağının içine aldığımız visco ince yatağı, karyolasının içerisine koyduk. Tabii küçük geldi yatak boyu eni. Bunun üzerine, etrafa bir takım şeyler sıkıştırdık. Doğumdan önce bana deselerdi böyle böyle yapacaksın, hayatta inanmazdım.
Kocaman kalın ortopedik yatak da annemin evine gitti. Tostos orada yerde yatıyor gündüzleri. Bir şekilde işe yaramış da oldu. Annemdeki yatak ortamını da oluşturmuş olduk bu şekilde. Bir de yatak yerde olduğu için, uyanınca, kendisi yataktan inebiliyor. Ve oyun oynarken ara sıra oraya inip çıkıyor, oyun oynuyor. Çok seviyor yatağını.

Park yatak diyince, park yatak almam diyordum. Hoop aldım. Bir şekilde almamız gerekti ve aldık. Gerekli miydi gereksiz miydi bilmiyorum. Sonuçta konforun sonu yok. Rahat ettik o ayrı.

Diğer planım, tostosun biberonla süt içmesi, sulukla su içmesiydi. İkisi de olmadı. Ne biberon kullandı, ne de suluk. 6 aylık tan beri bardakla su içiyor. Aldığımız sulukla da oynamayı çok seviyor. Süt de, anne sütü dışında süt vermedim henüz. Onu da en organik yollarla, benden içiyor :) . O kadar da şey okudum.  Biberona alışma, biberonu bırakma. Ve o kadar da biberon aldık. Gaz yapmayan biberon, 0 aylık biberon, 3 aylık biberon. :) Aldığımız biberonları dişlerini kaşımak için çiğnedi sadece. Belki aç olduğunda, biraz zorlamak mı gerekiyordu. Ama ben de o durumlarda pek kıyamayıp, vazgeçenlerdenim. Açıkçası içim rahat etsin de varsın biberon da almasın. Normal süt içmeye başladığında da bardaktan içecek artık.

Emzik konusunda da aynı hikaye. Emzik de almadı bizim tostos. Epey bir emzik aldık, denedik. Uyurken denedik, sabah denedik akşam denedik, en son az biraz pekmezle bile denedik. İlk 6 aydan sonra emzik sevdasından vazgeçtik. Aman artık almasın zaten şeklinde. Uykuya dalmasında yardımcı olur diye alsın istemiştim ben 1 ay geçtikten sonra. Tracy nin kitabındaki "prop" (araç ya da bir şey işte)  kullanarak uyumasın bebek anlayışını başaranları buradan tebrik ediyorum. Ben bu anlayışı uygulayamadım hiç. Uygulayan da tanımıyorum o ayrı. Bizimkinin prop u benim. :)

Daha doğumdan önce konuşuyorduk, 1 yaşına gelsin, bırakırız miniği anneme, gideriz tatile dedik. Ama hiç öyle olmayacak gibi görünüyor. Öncelikle, tatile gidersem, oğlumla beraber giderim diyorum. Bıraksam da öyle bir hafta bırakmak istemem ki diyorum. Bir blogda, "yaşı kadar gün sayısı" yalnız bırakmak ile ilgili bir şeyler okumuştum. Nerede okudum, neden öyledir vs hatırlamıyorum. Ama bana uygun geldi bu sayı. Öyle hissettim. 1 yaşında 1 gece, 2 yaşında 2 gece gibi.

Ben oğluma çok iyi bakarım. Hastalanmaz. Diyordum. Tabi böyle net ve açık değil de, sonuçta buydu düşüncem. Yalan dolan. Kaç kere hasta oldu. En son 2 gün önce doktor antibiyotik vermemiz gerektiğini söyledi. Fazla itiraz etmeden kabul etmek durumunda kaldım.

Şimdi hatırladıklarım bunlar. Daha başkaları da vardır.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Tostos

Oğluma sevgi sözcüklerimin zaman içerisinde uğradığı değişim. :)
Pıtırcık - Minik - Minnak - Tostos

8 Mayıs 2012 Salı

An ne Ma ma ma

Tarihe not: 
Oğlum mama, anne ve meme diyor. Her zaman değil. Canı istediğinde.
Bir de hani böyle ağzından tesadüfen mi çıktı, gerçekten mi söyledi tam da emin olamıyorum. 
Yine de öyle zamanlarda söylüyor ki, evet evet dedi kesin anne dedi diyorum. 

Henüz kendi başına yürüyemiyor. 
Bugünlerde tek elini tutuyoruz yürürken. Ama iki elini birden tuttuğumuzda daha hızlı gidebiliyor. Artık uzatıyor elini, tutuyor elimizi kendi sevdiği şekilde ve pıtır pıtır gidiyor istediği yöne doğru.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur


Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısına rastladım. Burada. Çok anlamlı bir yazı benim için. Çok duygulandım.
Bir ara bu konuda ve çocukların yaptıkları aktiviteler, katıldıkları yarışlar üzerine okumak, yazmak istiyorum.


Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU

1 Yaş

Untitled

1 yaşını doldurmuş minik bir bıdıkla yaşamak öncelikle çok tatlı bir şey. Bazen salonda tostosun oynayışını izlerken, düşünüyorum da, 2 kişiyken 3 kişi olduk bu evde. Ve evin içinde dört dönen minik, bizim oğlumuz. Bundan sonra bizimle yaşayacak. Sanırım bir çocuğum olduğunu kabullenme sürecim ancak tamamlandı. 
Şimdi bunu neden yazdım bilmiyorum. Aslında yazıya başlarken amacım gece uykusu ile ilgili yazmaktı.
İçimden geldi böyle bir giriş yaptım. Uyku konusuna gelince, minik geceleri 3-4 kez uyanıyor. Bazen 1, 1.5 saat uyanık kalıyor. Genelde bir sıkıntısı olduğunda böyle olduğunu düşünüyorum ama sıkıntıyı her zaman tespit edemiyorum. Ve sürekli sebepler ararken buluyorum kendimi. Ki ben artık sormamaya çalışıyorum diyelim çünkü beni deli ediyor bu soru ve bulduğum anlamsız cevaplar. Çünkü bulduğum cevapları doğrulayacak biri yok karşımda. Kendi kendime o muydu bu muydu diye sorarak, bir sebep bulmaya çalışıyorum boşlukta.

Diş mi çıkarıyor acaba ?
Karnı mı acıktı ?
Gazı mı var ki ? (Artık bu soruyu sormuyoruz :))
Burnu tıkalı ondan sanırım. Ki bence bu cevap burnu aktığında en gerçeğe yakın cevap.
Karnı mı ağrıdı acaba. atalım tutsun.
Kulakları kaşınıyor, neden ki? vs vs

Aslında ilk aylardaki uykusuzluğumuzu hatırlayıp, şimdiki gece uyanışlarımı bunlar birşey değil canım, diye geçiştirmem lazım . Ama ilk zamanlardan beri, bir noktada rahata erme beklentim sebebiyle, şimdi daha az uykusuz kaldığımda bile bu neydi diye kendi kendime soruyorum. Ki düşününce ilk ayları, şimdi tosur tosur uyuyorum.

Kendime Not - tamamen rahata erme diye bir şey yok. Her ayın, her günün kendine has getirileri var. (bunu yazıyorum ama hala belki de vardır diye bir his var içimde)