24 Temmuz 2012 Salı

Mahallenin En Mutlu Yumurcağı

Okumaya başladığım kitaplardan biri .


Minikten Öğrendiklerim

Minik oğlumu izliyorum. Öğrendiği kelimeleri sürekli tekrar ediyor. Aklına geldikçe ya da biz aklına getirdikçe. Tekrar ettikçe iyice öğreniyor, duyunca dikkatini çekiyor. Kelimeleri kendi söyleyebildiği gibi söylüyor. Lamba'ya amba diyor mesela. Adım adım gidiyor. Kelimeleri söylerken çok eğleniyor. Bizim ona sormamızdan da hoşlanıyor. Canı isterse söylüyor, istemezse söylemiyor.
Ve kelime hazinesine yeni kelimeler de eklemeye devam ediyor. Aslında yaptığı iş bayağı bir iş. Yeni bir dil öğreniyor, sıfırdan, duyarak sadece ve içgüdüleriyle. Ve o bu öğrenme sürecini yaşıyor.

Süreçten keyif almak buna deniyor sanırım. Öğrenemedim, yapamadım gibi negatif telkinler yok. Bir an önce öğrenmeliyim gibi bir derdi yok. Acaba iyi söyleyebiliyor muyum, ya da ya öğrenemezsem gibi durdurucu kaygılar yok. Ne yapıyorsam o diyor ve yaşamaya devam ediyor. 

Çok hoşuma gitti bu. Hepimiz böyle başlıyoruz. Sonra telkinler, kaygılar geliyor. 

5 Temmuz 2012 Perşembe

Çocuk ve Uyku

Slingomom Prof. Dr. Bengi Semerci'ye çocukların özellikle uyku eğitimi ile ilgili sorular sormuş. Semerci'nin yaklaşımları benim de hoşuma gitti. Yazının kaynağı burada.

Bizim de uykuya geçişlerle ilgili sıkıntılarımız var. Kucakta ya da emerek uyuyor. Tercihini kendisi yapıyor diyebilirim. Özellikle kucakta uyutma kısmı bizi epey bir zorluyor, çünkü kocaman oldu artık :)
Yatağını seviyor ama orada uykuya geçmeyi bilmiyor, biz de öğretmedik tabi. Yatağının yanına oturun vs diyorlar ama bu yatakların hep parmaklıkları var. yanına oturunca, yanına oturmuş olmuyorsun ki.

İşte sorular ve cevaplar:

Çocuk tereddüt ettiğinizi hissetmemeli. Konu ne olursa olsun.

Çocuğa bağırmak sorunu asla çözmez. Ona bağırmayı öğretirsiniz. Anne-babanın bağırıyor olması aslında çaresizliği gösterir. Çocuk bunu anlar ve bir süre sinmiş gibi gözükse de yaramazlığına devam eder.
Eğer ki çocuğunuzu yaptığı yaramazlıktan konuşarak vazgeçiremiyorsunuz, dikkatini başka bir şeye çekin. Ortam değiştirin.

Anne babanın aynı tutumda olması gerekiyor.

Küçük çocuğa seçim yaptırmayın. Bu onun için müthiş zor bir şeydir. Ona fırsat tanımak istiyorsanız eğer karşısına iki seçenek çıkarın. Üçüncüyü değil. Çocuk için çok rahatsız edici ve kaotik bir durumdur. Örneğin markete gittiniz, onun en sevdiği ürünlerin olduğu rafın önünde durdunuz ve ¨Hadi, bir tanesini seç¨ dediniz. Onun için çok zordur buna karar vermek. Bir türlü rahat edemez.

Anne babanın kesin ve kendinden emin konuşması, kuralları tereddüt etmeden uygulaması çocuk için çok önemlidir. Çocuğun rehberliğe ihtiyacı varıdır. Anne babanın ne yapacaklarını bilmiyor olması veya sık sık kararsız kalması çocuk için stres kaynağıdır.

6 aylık bir bebek eğer fizyolojik bir rahatsızlığı yoksa artık gece boyu deliksiz uyumaya başlayabilir.
Uyku eğitimi sadece bebek için değil aile için de önemlidir. Annenin de uykusunu alması gerekiyor çünkü.
Uyku rutini her yerde bahsediliyor. Gerçekten de üzerinde durulması gereken mutlaka çocuğua kazandırılması gereken bir süreçtir. Çocuğun rahatlaması ve hem fiziksel hem de ruhen uykuya hazırlanmasına yardımcıdır.
Çocuğa emzik harici bir uyku arkadaşını ilk günden itibaren edindirmek daha sonrası için kolaylık sağlayacaktır.

Parmak Emmek: Uzun süre parmak emen çocuğu bu davranışından vazgeçirmek zor olabilir. Devam etmesinin başka nedeni var mı bakmak gerekiyor. Bebeklik döneminde biberon ve memenin erken kesilmesiyle ilişkili olabilir. Duygusal yoksunluk, uyku, açlık duygusu ile parmak emme ilişkilendirilebilir. Özellikle uykuya geçme dönemlerinde parmak emme davranışı sıklaşır. Parmak emen çocuğu sık uyarmak, elini ağzından devamlı çekmek, kızmak, utandırmak olumlu sonuçlar vermemektedir. Bebeğin emziğini zamanı gelmeden almamak, özellikle uykuya dalma sırasında emmesine izin vermek parmak emmeyi engeller. Uykuya geçmede hafif pışpışlamak, masal anlatmak parmak emmeyi azaltmaktaymış.

Emziği zamanından önce bıraktırmak uyku bozukluklarına yol açabilir. 

Uyuyan çocuğu gece yarısı uyandıran aslında annesinin endişeleridir. Uyanacak mı, üstünü açtı mı, rahat mı, düşer mi, üşür mü, gidip baksam mı gibi endişeleri çocuk hisseder ve uyanır. Rahat olun. Eğer güvenliğinden eminseniz ve uygun şekilde giydirdiyseniz hiçbir şey olmaz. Bırakın uyusun.

Ebeveyni ile uyuyan çocuğu kendi yatağına geçirmek istemeyen aslında annenin/babanın ta kendisidir. Her ne kadar ¨hala bizimle uyuyor¨ diye şikayet etseniz de kalben onun sizi bırakmasını istemiyorsunuzdur. Onun yanınızda olması sizin tüm endişelerden arınmanızı sağlıyor aslında.

Uyku eğitimi demek illa çocuğu ağlatmak demek değildir. Daha yumuşak geçişleri de tercih edebilirsiniz. Onun yanına yatmadan, yatağının kenarında oturarak, masal anlatarak iyice gevşemesini sağlayın. Daha sonra sakin ve emin bir ses tonuyla tereddüte yer bırakmadan ¨Haydi bakalım uykuya. Herkes kendi yatağında uyuyacak. Biz buradayız, sen hiç merak etme¨ deyin. Hemen ilk gün odadan çıkamazsınız elbette. İlk günler teması gittikçe azaltarak sessizce uyuyana kadar bekleyin. Buna alıştıktan sonra sırada ışığı kapatıp odadan çıkma safhası var.

Gece çişe kaldırma: 3 yaşında bir çocuk gece yatağına yapmaz. Kaldırmayın. Yatmaya doğru sıvı alımını azaltın, yatağına koruyucu serin ve rahatlayın. Acaba altına yapar mı? diye de düşünmeyin. Yaparsa da yapar değiştirirsiniz. Rahat olun.

Gece Terörü: 2.5 yaş civarı ortaya çıkar. Çoğunlukla genetiktir. Çocuk gece yarısı ağlayarak uyanır, gözleri açık fakat hala uyku halindedir. Sabit bakar, vücudu gergindir ve durmadan ağlar. Asla uyandırmaya susturmaya çalışmayın. Yatağına yatırarak sırtını okşayarak sakinleşmesini sağlayın.

Korku: 6 yaşında kadar çocuklar gerçek ile fanteziyi ayırt edemezler. Anlayamadıkları şeyler onların korkmasına neden olur. Seyrettikleri, okuduklarından ziyade bu yaş döneminde korkuların ortaya çıkması olağandır. Yine de çevresel etkenlere dikkat etmek gerekiyor. Klasik masallar örneğin çocuk için rahatsız edici olabilir. Aslına bakarsanız o masallar çocuklar için yazılmamıştır. O yüzden en iyisi siz masal uydurun.

Tatiller, hastalıklar çocuğun uyku dahil tüm günlük yaşantısını etkiler. Bunu en aza indirmek için kuralları imkanlar dahilinde uygulamak gerekiyor. Örneğin, tatilde ¨aman canım yatıversin yanımızda¨ demek yerine, çocuk için de ayrı bir yatak hazırlamak; veya hastalık zamanı, kendi yatağınıza almak yerine onun odasında yatağının yanında kendinize bir yer hazırlamak gibi.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Aferin!

Daha önce Nihan'ın blogunda okumuştum.

‘Aferin!’ Demeyi Bırakmak İçin Beş İyi Sebep

Alfie Kohn - Pazartesi 19. Aralık, 2011



İster oyun parkında, ister bir okulda, ya da bir çocuğun doğum günü partisinde olun, en çok duyacağınız söz hiç şüphesiz ’Aferin!’ olacaktır. Küçücük bebekler bile ellerini birbirine vurdukları için övgü alırlar (‘Ne güzel el çırptın!’). Çoğumuz bu sözleri o kadar çok kullanırız ki, bunlar sanki ‘sözel tik’ haline gelmişlerdir.

Bir çok kitap ve makale bizi, çocuğa vurmak veya köşeye yollamak gibi cezalara karşı uyarır. Hatta bazıları bir adım ileri giderek, çocukları yiyecek veya çıkartmalarla rüşvete alıştırma  konusunda bizi iki kez düşünmeye davet eder. Ancak kibarca ‘olumlu pekiştirme’ olarak adlandıracağımız ‘aferin’ hakkında caydırıcı tek bir söz bile bulamazsınız.

Herhangi bir yanlış anlaşılmaya karşı belirtmeliyim ki, buradaki amaç çocukları desteklemenin ve cesaretlendirmenin, onları sevmenin, onlara sarılmanın veya kendilerini iyi hissetmelerine yardımcı olmanın önemini sorgulamak değildir. Fakat övmek, tamamen farklı bir şeydir. İşte nedenleri.

1. Manipülasyondur. Diyelim ki iki yaşında bir çocuğu yemeğini dökmeden yediği veya beş yaşında bir çocuğu resim malzemelerini topladığı için sözel olarak ödüllendiriyorsunuz. Bu ödülün aslında kime faydası vardır? Acaba çocuklara doğru bir şey yaptıklarını söylememizin, onların duygusal ihtiyaçlarını karşılamaktan çok kendi çıkarımıza olma olasılığı daha mı fazladır?

Kuzey Iowa Üniversitesi’nde eğitim profesörü olan Rheta DeVries, bu durumu ‘şeker kaplı kontrol’ olarak adlandırıyor. Maddi ödüller -hatta, cezalar- gibi bu yöntem de, çocukların bizim isteklerimize itaat etmelerini sağlamak için, onlara yaptığımız bir şeydir. İstediğimiz sonuca ulaşabiliriz (en azından bir süreliğine), ama bu çocuklarla beraber birşey yapmaktan çok farklıdır. Örneğin, sınıfta (ya da evde) sorun çıkmadan birarada olmanın yolları üzerine konuşmak, ya da yaptığımız (veya yapmadığımız) şeylerin diğer insanların üzerindeki etkileri hakkında çocuklarla sohbet etmek onlarla beraber bir şey yapmaktır. İkinci yaklaşım çocuklara daha saygılı olmakla kalmaz, aynı zamanda onların daha düşünceli insanlar olmalarına yardımcı olur.

Övgünün kısa vadede etkili olmasının esas nedeni, küçük çocukların onaylanmaya olan ihtiyaçlarıdır. Ancak bu bağımlılığı kendi çıkarlarımız doğrultusunda sömürmemek bizim sorumluluğumuzdur. Kendi hayatımızı biraz daha kolaylaştırmak için söylediğimiz bir  ‘Aferin!’, çocukların bu bağımlılığından faydalanmaya bir örnektir. Çocuklar, nasıl olduğunu açıklayamasalar da kendilerini kontrol edilmiş hissederler.

2. Övgü Bağımlılık Yaratır. Tabii ki her övgü, çocukların davranışlarını kontrol etmek için hesaplanarak yapılmış bir taktik değildir. Bazen, gerçekten yaptıkları şeyden etkilendiğimiz için çocukları iltifatlara boğarız. Böyle bir durumda bile, biraz daha dikkatli olmanın faydası vardır. Övgü, çocukların öz saygılarını desteklemek yerine, onların bize olan bağımlılığını arttırabilir. Biz her, ‘.............. yapmana bayıldım!’ veya ‘ Ne güzel bir ............... olmuş’ dediğimizde çocuklarımızı bizim değerlendirmemize, iyi ve kötü hakkındaki bizim yargılarımıza alıştırıp kendi yargılarını geliştirmekten mahrum bırakırız. Bu övgüler, kendi değerlerini bizi  neyin gülümsettiğine göre belirleyip, daha fazla onay için dilenmelerine sebep olacaktır.

Florida Üniversitesi’nde bir araştırmacı olan Mary Budd Rowe, öğretmenleri tarafından aşırı övülen öğrencilerin soruları cevaplarken daha çekingen davrandıklarını ve cevaplarını soru sorar gibi verdiklerini (‘sekiz mi?) saptamış. Bu öğrenciler, bir yetişkin onlarla aynı fikirde olmadığı zaman hemen kendi fikirlerinden vazgeçme eğilimi göstermişler. Aynı zamanda bu çocuklar, zor görevlerde daha çabuk pes edip diğer öğrencilerle fikirlerini paylaşmada daha az istekli davranmışlar.

Kısacası, ‘Aferin!’ çocuklara güven duygusu vermez, eninde sonunda kendilerini daha az güvende hissetmelerine sebep olur. Hatta, bol övgü bizi bir kısır döngüye bile sürükleyebilir; biz onları övdükçe onların övgüye olan ihtiyaçları artar ve daha fazla övmemiz gerekir. Ne yazık ki bu çocukların bazıları, yaptıkları şeyin iyi olup olmadığını onlara söyleyip sırtlarını sıvazlayacak birilerine ihtiyaç duyan yetişkinler haline gelecekler. Eminim evlatlarımız için istediğimiz şey bu değildir.

3. Çocuğun Keyfini Kaçırır. Bağımlılık konusunun yanı sıra bir çocuk elde ettiği başarıların tadını çıkarmayı, yapmayı öğrendiği şey ile gurur duymayı hak eder. Aynı zamanda ne zaman böyle hissedeceğine karar vermeyi de hak eder. Fakat her ‘Aferin!’ dediğimizde çocuğa ne hissetmesi gerektiğini söylüyoruz.

Elbette yaptığımız değerlendirmelerin uygun ve yönlendirmemizin gerekli olduğu zamanlar da var - özellikle küçük çocuklar ve okul öncesi çocuklar için. Ama sürekli bir değer yargısı bombardımanı çocukların gelişimi için ne gereklidir ne de faydalı. Ne yazık ki, ‘Aferin!’  demek de aynı ‘Berbat!’ demek gibi bir değerlendirmedir. Olumlu bir değerlendirmenin en önemli özelliği onun olumlu olması değil, bir değerlendirme olmasıdır. Ve insanlar ki bu gruba çocuklar da dahildir, yargılanmayı sevmezler.

Kızım bir şeyi ilk defa yaptığında ya da bir şeyi eskisinden daha iyi yaptığında  ben de çok mutlu olurum. Fakat onun şevkini kırmamak için dilimin ucuna gelen ‘Aferin!’i tutmaya çalışırım. Mutluluğunu benimle paylaşmasını isterim, benim düşüncelerimi beklemesini değil. Bana tereddütle ‘İyi olmuş mu?’ diye sormasındansa, ‘Başardım!’ dediğini duymak isterim (ki, çoğu zaman da öyle oluyor).

4. İlgisini Azaltır. ‘İyi bir resim olmuş!’ demek, biz baktığımız ve övdüğümüz sürece çocuğun resim yapmaya devam etmesini sağlayabilir. Fakat ABD’nin önde gelen okul öncesi eğitim uzmanı Lilian Katz; ‘ilgi ortadan kalktığında, birçok çocuk o etkinliği bir daha yapmaz’ diyerek bizi uyarır. Aslında çok sayıda bilimsel araştırma, yaptıkları şey için insanlar ne kadar çok ödüllendirilirse yaptıkları şeye olan ilgilerinin o oranda azaldığını ortaya koyuyor. Artık amaç resim çizmek, okumak, düşünmek, yaratmak değil - ister bir dondurma, ister bir çıkartma ya da sadece bir ‘aferin!’ olsun, ödülü almaktır.

Toronto Üniversitesi’nde Joe Grusec tarafından yürütülen bir araştırmada yaptıkları iyilikler için sık sık övgü alan çocukların günlük yaşamlarında diğer çocuklara kıyasla gittikçe daha az iyilik yaptıkları gözlemlenmiş. ‘Ona yardım ettiğin için seninle gurur duyuyorum!’ ya da ‘Ne iyi bir çocuksun!’ gibi sözleri her duyduklarında çocukların paylaşmaya veya yardım etmeye olan ilgilerinin azaldığı ortaya çıkmış. Yaptıkları iyi hareketler kendi içlerinde değerli olmaktan çıkıp bir yetişkinden alacakları tepki için yapılır hale gelmiş. İyilik yapmak sonuca ulaşmak için bir araç olmuş.

Övgü çocukları motive eder mi? Tabii ki. Çocukları övgü almaya motive eder. Ne yazık ki çoğu zaman övgü almalarına sebep olan şeye karşı ilgilerinin azalması pahasına.

5. Başarıyı Azaltmak. Çocukların bağımsızlığını, şevkini, ilgisini azalttığı yetmiyormuş gibi, ‘Aferin!’ demek aynı zamanda bir işi ne kadar iyi yaptıklarını da belirliyor. Araştırmacılar, yaratıcılık gerektiren bir işte yaptıkları iş için övgü alan çocukların bir sonraki işte hiç övgü almamış çocuklara göre daha fazla hata yaptıklarını ortaya koyuyorlar.

Bunun sebebi nedir? Övgü bir taraftan, ‘işini iyi yapmaya devam et’ baskısı yaratarak işin iyi yapılmasını engelliyor. Diğer taraftan da çocuklar, olumlu övgü almaya devam etmek kaygısıyla hareket etmeye başladıklarında yaratıcılık için gerekli olan risk alma istekleri ortadan kalkıyor.

Genelde ‘Aferin!’, insan hayatının salt görülebilen ve ölçülebilen davranışlara indirgendiği bir psikolojik yaklaşımdan miras kalmıştır. Ne yazık ki bu yaklaşım, davranışların altında yatan duygu, düşünce ve değerleri gözardı eder. Örneğin bir çocuk, övgü almak için ya da arkadaşının karnının doyduğundan emin olmak için yemeğini bir arkadaşı ile paylaşabilir. Paylaşmasına yapılan övgü, bu iki farklı dürtüyü gözardı eder. Daha da kötüsü, aslında istenmeyen dürtüyü körükler ki bu da çocukların gelecekte övgü peşinde koşmalarına sebep olur.

Övgünün gerçekten ne olduğunu - ve ne yaptığını - görmeye başladığınızda yetişkinlerin yarattığı bu aralıksız küçük övgü yağmurunun, kara tahta üzerine sürtülen tırnakların yarattığı etkiye sahip olduklarını anlayacaksınız. Hatta bir çocuğun, ebeveynine veya öğretmenine dönüp (aynı yapmacık ses tonu ile) ‘Aferin, iyi övgü!’ diyerek onlara kendi yaptıklarını tattırmasını desteklemeye başlarsınız.

Yine de bu kolay kolay kurtulunabilecek bir alışkanlık değildir. En azından başlarda ‘övmemek’ size garip gelebilir; çocuğunuza karşı soğuk davranıyormuş ya da ona birşeyleri eksik veriyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz. Ama kısa bir zaman içerisinde göreceksiniz ki çocuklarımızı övmemizin sebebi, onların bu övgüleri duyma ihtiyacından çok bizim bunları söylemeye olan ihtiyacımızdır. Eğer bu durum sizin için de geçerliyse ne yaptığınızı yeniden düşünmeye başlama zamanı gelmiş demektir.

Çocukların gerçekten ihtiyacı olan şey, koşulsuz şartsız desteğiniz ve sevginizdir. Bu, övmenin tam tersidir. ‘Aferin!’ in bir bağlayıcılığı vardır. Bizi memnun eden şeyleri yaptıkları ve bizim için kul köle oldukları sürece onlara ilgi, alaka ve onay vereceğimiz anlamına gelir.

İşte bu nokta, çocuklarımızı çok fazla ya da kolayca övdüğümüz eleştirisinden farklıdır. Bazıları, çocuklarımıza yaptığımız övgülerde daha cimri davranmamızı ve çocukların bu övgüleri ‘kazanmaları’ gerektiğini söylerler. Ancak sorun, günümüzde çocukların yaptıkları herşey için övgü almak istemeleri değildir. Esas sorun, sağlıklı değer yargıları geliştirmeleri ve ihtiyaçları olan yetenekleri kazanmaları yolunda onlara açıklamalarda ya da yardımda bulunacağımıza  kolaya kaçıp çocukları ödüllerle kontrol etmeye olan eğilimimizdir.

Peki çözüm nedir? Duruma göre değişir. Ancak ne söylemeyi tercih edersek edelim bu, çocuğun yaptığına yönelik değil, çocuğun kim olduğuna duyduğumuz sevgimizden ve samimiyetimizden kaynaklanması önemlidir. Koşulsuz destek sağlandığında ‘Aferin!’e gerek kalmaz ama koşulsuz desteğin olmadığı yerde de ‘Aferin!’ bile yetersiz kalacaktır.

Kötü davranışları ortadan kaldırmak için olumlu davranışları övmeyi seçmenin uzun vadede etkisi yoktur. İstenen sonucu aldığımızda bile, çocuğun ‘doğru davrandığı’nı söyleyemeyiz; doğrusu övgünün onu ‘doğru davrandırttığı’dır. Bunun alternatifi, çocuk ile beraber hareket edip, bu şekilde davranmasının sebeplerini bulmaya çalışmaktır. Bazen çocukların bize boyun eğmelerini sağlayacak yöntemler bulmak yerine kendi isteklerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerekebilir. (Dört yaşında bir çocuğa ‘Aferin!’ diyerek onun uzun bir sınıf toplantısında ya da bir aile yemeğinde sessizce oturmasını sağlamaya çalışmak yerine küçük bir çocuktan böyle birşey istememizin mantıklı olup olmadığını sorgulamamız gibi.)

Aynı zamanda çocukları da karar verme sürecine dahil etmemiz gerekir. Eğer çocuk diğer insanları rahatsız eden şeyler yapıyorsa daha sonra onunla oturup ‘Bu sorunu çözmek için sence ne yapmamız gerekir?’ diye sormamız, tehdit veya rüşvetten muhtemelen daha etkili olacaktır. Bu yöntem, bir yandan çocuğun problem çözmeyi öğrenmesini desteklerken öte yandan ona fikirlerinin ve duygularının önemli olduğunu da gösterecektir. Tabii ki bu yöntem zaman, ilgi, yetenek ve cesaret gerektirir. Çocuk bizim uygun gördüğümüz şekilde davrandığında ona ‘Aferin!’ demek bütün bunları gerektirmez. İşte bu yüzden çocuklara ‘yaptırılan’ şeyler, çocuklarla ‘beraber’ yapılan şeylerden daha popülerdir.

Peki, çocuklar gerçekten etkileyici birşey yaptıklarında onlara ne diyeceğiz? İşte size üç olası davranış şekli:

* Hiçbir şey söylemeyin. Bazı insanlar çocuklardaki olumlu davranışların desteklenmesi konusunda ısrarcıdırlar çünkü gizliden gizliye bunların bir tesadüf olduğuna inanırlar. Eğer çocuklar temelde kötüyse o zaman onlara iyi olmaları için yapmacık bir sebep (yani, sözel bir ödül) verilmelidir. Ancak eğer insan doğasının kötülüğüne olan bu inancın temelsiz olduğu ortaya çıkarsa- ki birçok araştırma bunu göstermektedir - o zaman övgüye hiç gerek kalmayabilir.

* Gördüğünüz şeyi söyleyin. Basit ve içinde değerlendirme olmayan bir cümle (‘Ayakkabılarını kendin giymişsin’ veya sadece ‘Becermişsin’ gibi), çocuğunuza görüldüğünü hissettirir ve aynı zamanda becerdiği şey ile gurur duymasını sağlar. Başka durumlarda daha detaylı bir tanımlama gerekebilir. Eğer çocuğunuz bir resim çizdiyse dikkatinizi çeken şey hakkındaki görüşlerinizi –yargılamadan- söyleyebilirsiniz; ‘Kocaman bir dağ olmuş!’, ’Bugün ne çok mor kullanmışsın!’ gibi.

Eğer bir çocuk birini önemseyen ve cömertçe birşey yaparsa, kibarca dikkatini, yaptığı şeyin diğer kişi üzerinde yarattığı etkiye çekebilirsiniz; ‘Abigail’in yüzüne bak! Yemeğini paylaşmana çok sevinmiş gibi görünüyor.’ Bu, onun paylaşımı hakkında sizin ne düşündüğünüzün öne çıktığı övgüden tamamen farklıdır.

* Daha az konuşun, daha fazla sorun. Sorular, açıklamalardan daha da iyidir. Ona, çizdiği resimde en çok neyi beğendiğini sormak varken neden sizi etkileyen şeyi konuşasınız ki? ‘ En çok nereyi çizerken zorlandın?’ veya ‘Ayağı doğru boyutta çizmeyi nasıl başardın?’ diye sormak muhtemelen onun resim çizmeye olan ilgisini besleyecektir. Daha önce gördüğümüz gibi, ‘Aferin!’ demek tam tersi bir etki yaratabilir.


Bu bütün iltifatların, bütün teşekkürlerin, memnuniyet belirten herşeyin zararlı olduğu anlamına gelmez. Söylediğimiz şeyi neden söylediğimizi düşünmenin yanı sıra (gerçek bir coşku ifadesi, çocuğun gelecekteki davranışlarını kontrol etme çabasından daha iyidir), söylediğimiz şeyin gerçek etkilerini de düşünmemiz gerekir. Tepkilerimiz, çocuğun kendi hayatı üzerinde kontrolü olduğunu hissetmesine mi yardımcı oluyor, yoksa onay almak için sürekli bize bakmasına mı? Bu tepkiler, yaptığı şeye daha fazla heyecan duymasına mı yardımcı oluyor, yoksa o şeyi başı okşansın diye çabucak bitirmeye çalışmasına mı?

Bu sunulanlar yeni bir ezber gibi algılanmamalıdır. Esas olan, çocuklarımızın uzun vadede nasıl bireyler olarak gördüğümüzü unutmamamız ve söylediğimiz şeylerin onlar üzerindeki etkilerinin farkında olmamızdır. Kötü haber, olumlu pekiştirmenin o kadar da olumlu birşey olmadığıdır. İyi haber ise, onları desteklemek için övgüye ihtiyacınızın olmamasıdır.

Telif Hakkı © 2001, Alfie Kohn, Küçük Çocuklar, Eylül 2001 sayısından alınmıştır ve yazarın izni ile Selime Onmuş tarafından çevrilip basılmıştır. Bu konu hakkında daha fazla bilgi için lütfen www.alfiekohn.org adresini ziyaret edin.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Oğlum ne yapıyor?

Çok güzel yürüyor artık :)
Arasıra düşüyor tabi. Yorgun olduğunda dengesini kaybediyor. Ama bu onun artık yürüyen bir bıdık olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Fazla yüksek olmayan koltukların üzerine çıkabiliyor.
Eliyle dönen şeyleri taklit ediyor, döndürme hareketi yapıyor.
Müzik duyduğu zaman bir elini kolunu sallıyor.
Eliyle yüzünü kapatıp, bizimle oyun oynuyor.
Bir de salondaki yemek masasın etrafında kovalamaca, saklambaç oynamayı seviyor.
Küçük dikdörtgen bir çamaşır leğeni var. Onun içine giriyor ve onu çekerek evde gezdirmemizi istiyor. Bir yandan da ıın ınn yapıyor. Araba taklidi :)
Aslan taklidimiz devam ediyor. Başka hiç bir hayvan için bir ses çıkarmıyor, sadece aslan :)

Yemeklere gelince ....
Domatesi, salatalığı, pekmezi çok seviyor. Et, tavuk, balık yiyor ama sanki balığı daha çok seviyor :)
Ayran, portakal suyu, ıhlamur ve suyu da seviyor. Çorbalarla da arası iyi. Özellikle yoğurt çorbası kurtarıcımız. Sebze yemeklerine bayıldığını söyleyemem. Sanki sırf aç olduğu için yerse yiyor.
Karpuzu çok sevdi, görünce mutlaka istiyor. Muzu da seviyor, kim sevmez ki. Kek kurabiye gibi tatlı şeyleri de seviyor, fazla vermesek de ara sıra yapıyoruz evde, yiyor bayıla bayıla.

Bir de cuma günü sünnet olacak. Minik.

Oğlum ne diyor ?

anni :) (tabii ki anne :))
bababa - babam - bamba (tabii ki baba)
annanenene (annane)
dadada (dede)
amba  (lamba)
ambu ambu (ambulans)
dandi dandi (dandini)
an (can)

20 Haziran 2012 Çarşamba

Annelere yorumlar

Slingomom da bir yazı okudum bugün. Annelere yapılan yorumlar hakkında..
Aslında en güzeli tüüüm yorumlara kulakları tıkamak ve kendi içgüdülerimizle hareket etmek. Ama her zaman olmuyor işte. Herkes bıdı bıdı konuşurken, birinden birine takılıyorsun. Durup dururken insanı kendini sorgular hale getiriyorlar. Acaba yanlış bir şey mi yapıyorum diye. Halbuki bunun yanlışı doğrusu yok. Her çocuk başka bir çocuk, her anne başka bir anne. Tek doğru yok işte yok .
Şimdiye kadar beni sinir eden sevgili yorumlar :
Ve hepsi iyi niyetle söylenmiştir, eminim.
- Sırtına bir şey giydirsen, hava soğuk gibi.
- Burası sıcak gibi, daha ince bir şeyler giydirsen
- Acaba karnı mı aç?
- Sütün mü yetmiyor acaba?
- Üşütmüş bu çocuk. (Halbuki, virütik bir hastalığı vardır o sırada. )
- Sebze pişiriyor musun?

22 Mayıs 2012 Salı

Bebek Eşyaları

Geriye dönüp baktığımda aldığım ve memnun kaldığım şeyler :

- Mothercare Oda Takımı - Hem karyola boyutları ideal, hem de diğer ürünleri çok kullanışlı. Biz karyola, dolap, iki tane de çekmeceli dolap aldık. 2 ayrı serinin ürünlerini birleştirip aldık. Dolap ve yatak Pure serisi, uzun ince 5 çekmeceli dolap (tallboy) ve 3 çekmeceli alt değiştirme ünitesi Westburry.

- Fisher Price Dönence - 6 aylık olduktan sonra tutup çektiği için yataktan çıkardık. Şimdi yine odasında başka bir köşede duruyor. Gece uyuturken açıyoruz müziği çalıyor. Bazen de ışıklarını açıyoruz onlara da hala bakıyor. Şimdi parmaklarıyla göstermeyi öğrendi. Tavana yansıyan kelebek şekillerini gösteriyor.

- Can Bebe Bebek Bakım Örtüsü. Çok kullanışlı. Kullan at şeklinde yapılmış. Ama tabii kirlenmediği sürece aynı örtüyü kullanabiliyorsun.

- Uni baby Islak Mendil - hala kullanıyoruz. diğer ıslak mendiller gibi parfümlü, birşeyli birşeyli değil. Bildiğin pamuk mendil ve su o kadar.

Fotoğraftaki Önlükler: LEFTRight via Etsy

18 Mayıs 2012 Cuma

Ne Düşündüm Ne Oldu - Devam

Dedim ki, ben bebeğimi alıp alışveriş merkezlerine götürmem. Başka yerlerde buluşurum arkadaşlarımla. Evde olurum, parkta olurum. Meğer alışveriş merkezleri ne kadar da rahat oluyormuş, minik bir bebekle. Gündüzleri hiç kalabalık olmuyormuş. Alt değiştirme, emzirme için ayrılan bebek bakım odaları varmış. Hatta mesela, Ankara Gordion'daki Mothercare mağazasının kendi bebek odası var müşterileri için. Benim en rahat ettiğim bebek odalarından biri orasıydı.

Bebeğimi kucakta uyutmam bence ben diyordum. Bizim minik 13 aylık oldu, hala kucakta uyutuyoruz. Hem de ayakta ve kucakta. Alıştı mı alıştı evet. Ama oğluma sarılıp sarılıp uyutmak da ayrı güzel ya. :)

0 - 3 Yaşın Önemi


Sabiha Paktuna Keskin'in makalelerini okuyorum. 0-3 Yaş için yazdığı aşağıdaki makaleyi beğendim. 
Buradan da okuyabilirsiniz. 

Bebekle anne arasında olağanüstü bir bağ vardır…

Bebek ile annesi arasında hissedilen bir bağ vardır. Bebek, bir oda dolusu insan içinde bile annesini fark eder. Ağlarken, annesinin kucağına gelince susar. Annesinin varlığında yaramazdır. O yokken, 'kuzu' gibidir. Değil kardeşi, telefondaki sesle bile annesini paylaşamaz. Daha pek çok durumda, görünmez olan çocuk-anne bağı görünür olur.


Çocuk ile annesi arasındaki bu bağın örselenmesi halinde, çocukta 'ayrılma anksiyetesi' ortaya çıkar. Çocuk içine kapanır, zihin ve lisan gelişimi durur, hatta geriler. Uyuyamaz, kabızlık çeker, aşırı terler, hırçındır ve öfke krizleri yaşar. Saçını kestirmez, tırnağını elletmez. Başına su dökmek sanki bir felakettir. İşte böyle durumlarda, görünmez sanılan çocuk-anne bağı, daha bir görünür olur.

Çocuk ile anne arasındaki bu bağ elle tutulur, gözle görünür olmadığından; çocukta ortaya çıkan içe kapanma ve gelişme gerilemesinin nedeni ilk bakışta anlaşılamayabilir. Sonuç olarak çocuk; 'huysuz, huzursuz, hırçın' olarak nitelenir. Bu davranışların altında yatan sebep araştırılmazsa; çocuğun sıkıntısı geçmediği gibi artarak devam eder. Öyle ki; davranışlarını da yaşam boyu etkiler.

Beyinde bu bağın gerçekleşmesinde rolü olan olağanüstü mekanizmaların keşfedilmesiyle birlikte, çocuk-anne bağının somut varlığı tartışmasız kabul ediliyor. Bu beyinsel yapıların keşfinden yıllar önce, bebek ile annesi arasında kurulan bu ilişkinin yetişkin davranışlarına olan etkisinden söz eden Bolwlby ve Ainsworth'ün isimleri, Himalayalar'da iki tepeye verilmiştir.

Bu çok özel beyin yapıları yaşamın ilk üç yılında kurgulanır. Etkileri ise, yaşam boyu sürer. Bir başka deyişle, yaşamın ilk üç yılında gerçekleşen anneye bağlanma sürecindeki herhangi bir olumsuzluk, bireyin davranışlarını yaşam boyu olumsuz olarak etkilemeye devam eder. 
0-3 yaş arasında "anneye bağlanma", "anneye bağımlılık" değildir. Bu yaşlarda bağlanmanın gerektiği biçimde olmaması, çocuğun gelişimini geriletir hatta durdurur…

Anneler de çocuklarına görünmez bir bağ ile bağlıdırlar…
Bu bağı zedeleyen her şey, annede de gerginlik yaratır. Yaptığımız araştırmalardan birinde, çocuğun anaokuluna gitmek üzere evden ayrılmasının dahi, annede derin bir kaygı yarattığını saptadık. Üstelik bu kaygı, annenin davranışlarına önemli ölçüde yansıyordu. Gerek bu çalışmanın sonucu, gerekse anne davranışları üzerine yapılmış olan diğer gözlemlere dayanarak, sebep ve süresi ne olursa olsun, bir annenin çocuğundan ayrılması halinde hissettiği endişenin 'kaybetme anksiyetesi' olduğu iddia edilebilir. Çünkü annenin, çocuğundan her ayrılışında onu kaybetme korkusuna kapıldığı açıktır.

Ayrılma anksiyetesi nedir?
Ayrılma anksiyetesi (korkusu); bebeğin kendisini koruyup kollayan, onun bakımını yapan kişinin, yani annenin yokluğunda, öz varlığının tehlikede olduğunu hissetmesidir.

Yaşamın ilk üç yılında çocuk, yaşayabilmek için bakıma muhtaçtır. O nedenle, annenin yokluğu, bu yaş çocuğu tarafından yaşamın sonu olarak algılanır ve anksiyeteye yol açar. Nitekim çocuk öz bakımını yapabilecek olgunluğa ulaşınca, annesine olan bağlanma ve dolayısıyla annesinden ayrıldığında hissettiği anksiyete ortadan kalkar.

Yaşamın ilk üç yılı boyunca, annenin sürekli sıcak, içten, koruyucu, kollayıcı davranışları sonunda kazanılan anneye bağlanma mekanizmaları, üçüncü yaştan sonra annenin kaybı ile anksiyeteye yol açmasa da, yetişkinin davranışları üzerindeki etkisini başka biçimde hissettirir.

Temel ihtiyaçları anne sıcaklığı ile anında karşılanan çocuk, bu sayede başkalarına güvenebilmenin temeline sahip olur. Aksi halde, yaşam boyu diğerlerine güvenmekte sıkıntı yaşar. Başkasına güven en zor kazanılan ama en çabuk kaybedilen duygudur. Yabancı birinin herhangi bir saldırısı üzerinde durulmaz, bu saldırı unutulur gider. Oysa güvenilen birinin en ufak bir yan bakışı, en ufak bir ters davranışı dahi asla affedilmez. İnsanın iç dünyasında silinmez izler bırakır. Çünkü güvenmek; kendini teslim etmektir. Böylesine hassas bir duygu olan güven, yaşamın ilk üç yılı boyunca anında ve sürekli bir şekilde özverili, koruyucu, kollayıcı anne davranışlarına karşılık olarak kazanılır. Aksi halde, yaşam boyu kazanılamaz. Eksikliği hep hissedilir. 

Sevgilerimle,
Prof.Dr. Sabiha Paktuna Keskin

17 Mayıs 2012 Perşembe

Ne düşündüm Ne Oldu

Doğumdan önce neler düşündüm ? Sonra neler oldu ? :)

Herşey doğumla başladı. Kesinlikle normal doğum diyordum. Sezaryen oldum. Hem de apar topar. Biraz da garip bir hikaye bence. Bir ara yazmalıyım. Hala bu konuda gidip doğum doktorumla konuşmam gerektiğini düşünüyorum ama adam detayları hatırlamaz ki, boşver hem ne olacak ki diye kendimi durduruyorum.

Tostosa yatak aldık. Kocaman kalın ortopedik. (Yataş). Koyduk karyolanın içine. Karyolamız Mothercare. Hatta o ara Mothercare'in ve Yataş'ın yatakları arasında kararsız kalmıştık. Mothercare'in kendi karyolaları için önerdiği yataklar 10cm kalınlığında, incecik yataklar. Yataş'ın ortopedik bebek yatağı ise 18 cm gibi. Mothercare karyolaları biraz alçak, daha doğrusu daha az derin olduğu için kalın yatak önermiyorlar. Ama tabii biz onları dinlemedik, ortopedik olsun diye Yataş aldık.

İlk aylar güzeldi, yattı yuvarlandı içinde. Ama yatağın içinde kendi kendine ayağa kalktığında, ki bu herhalde 9 aylıkken olmuştur (9 aylık mı emin değilim, kısmen atıyorum, çünkü geçmişe dair, kronolojik olarak, çok az şey hatırlayabiliyorum :) ), karyola korkulukları göğsünden de aşağıya geldi. Hop diye dışarı atlamaya çalışır diye korktuk. Bu durumun olacağını biliyorduk ama nedense gözlerimizle görmemiz gerekiyormuş. Bunun üzerine, park yatağının içine aldığımız visco ince yatağı, karyolasının içerisine koyduk. Tabii küçük geldi yatak boyu eni. Bunun üzerine, etrafa bir takım şeyler sıkıştırdık. Doğumdan önce bana deselerdi böyle böyle yapacaksın, hayatta inanmazdım.
Kocaman kalın ortopedik yatak da annemin evine gitti. Tostos orada yerde yatıyor gündüzleri. Bir şekilde işe yaramış da oldu. Annemdeki yatak ortamını da oluşturmuş olduk bu şekilde. Bir de yatak yerde olduğu için, uyanınca, kendisi yataktan inebiliyor. Ve oyun oynarken ara sıra oraya inip çıkıyor, oyun oynuyor. Çok seviyor yatağını.

Park yatak diyince, park yatak almam diyordum. Hoop aldım. Bir şekilde almamız gerekti ve aldık. Gerekli miydi gereksiz miydi bilmiyorum. Sonuçta konforun sonu yok. Rahat ettik o ayrı.

Diğer planım, tostosun biberonla süt içmesi, sulukla su içmesiydi. İkisi de olmadı. Ne biberon kullandı, ne de suluk. 6 aylık tan beri bardakla su içiyor. Aldığımız sulukla da oynamayı çok seviyor. Süt de, anne sütü dışında süt vermedim henüz. Onu da en organik yollarla, benden içiyor :) . O kadar da şey okudum.  Biberona alışma, biberonu bırakma. Ve o kadar da biberon aldık. Gaz yapmayan biberon, 0 aylık biberon, 3 aylık biberon. :) Aldığımız biberonları dişlerini kaşımak için çiğnedi sadece. Belki aç olduğunda, biraz zorlamak mı gerekiyordu. Ama ben de o durumlarda pek kıyamayıp, vazgeçenlerdenim. Açıkçası içim rahat etsin de varsın biberon da almasın. Normal süt içmeye başladığında da bardaktan içecek artık.

Emzik konusunda da aynı hikaye. Emzik de almadı bizim tostos. Epey bir emzik aldık, denedik. Uyurken denedik, sabah denedik akşam denedik, en son az biraz pekmezle bile denedik. İlk 6 aydan sonra emzik sevdasından vazgeçtik. Aman artık almasın zaten şeklinde. Uykuya dalmasında yardımcı olur diye alsın istemiştim ben 1 ay geçtikten sonra. Tracy nin kitabındaki "prop" (araç ya da bir şey işte)  kullanarak uyumasın bebek anlayışını başaranları buradan tebrik ediyorum. Ben bu anlayışı uygulayamadım hiç. Uygulayan da tanımıyorum o ayrı. Bizimkinin prop u benim. :)

Daha doğumdan önce konuşuyorduk, 1 yaşına gelsin, bırakırız miniği anneme, gideriz tatile dedik. Ama hiç öyle olmayacak gibi görünüyor. Öncelikle, tatile gidersem, oğlumla beraber giderim diyorum. Bıraksam da öyle bir hafta bırakmak istemem ki diyorum. Bir blogda, "yaşı kadar gün sayısı" yalnız bırakmak ile ilgili bir şeyler okumuştum. Nerede okudum, neden öyledir vs hatırlamıyorum. Ama bana uygun geldi bu sayı. Öyle hissettim. 1 yaşında 1 gece, 2 yaşında 2 gece gibi.

Ben oğluma çok iyi bakarım. Hastalanmaz. Diyordum. Tabi böyle net ve açık değil de, sonuçta buydu düşüncem. Yalan dolan. Kaç kere hasta oldu. En son 2 gün önce doktor antibiyotik vermemiz gerektiğini söyledi. Fazla itiraz etmeden kabul etmek durumunda kaldım.

Şimdi hatırladıklarım bunlar. Daha başkaları da vardır.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Tostos

Oğluma sevgi sözcüklerimin zaman içerisinde uğradığı değişim. :)
Pıtırcık - Minik - Minnak - Tostos

8 Mayıs 2012 Salı

An ne Ma ma ma

Tarihe not: 
Oğlum mama, anne ve meme diyor. Her zaman değil. Canı istediğinde.
Bir de hani böyle ağzından tesadüfen mi çıktı, gerçekten mi söyledi tam da emin olamıyorum. 
Yine de öyle zamanlarda söylüyor ki, evet evet dedi kesin anne dedi diyorum. 

Henüz kendi başına yürüyemiyor. 
Bugünlerde tek elini tutuyoruz yürürken. Ama iki elini birden tuttuğumuzda daha hızlı gidebiliyor. Artık uzatıyor elini, tutuyor elimizi kendi sevdiği şekilde ve pıtır pıtır gidiyor istediği yöne doğru.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur


Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısına rastladım. Burada. Çok anlamlı bir yazı benim için. Çok duygulandım.
Bir ara bu konuda ve çocukların yaptıkları aktiviteler, katıldıkları yarışlar üzerine okumak, yazmak istiyorum.


Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU

1 Yaş

Untitled

1 yaşını doldurmuş minik bir bıdıkla yaşamak öncelikle çok tatlı bir şey. Bazen salonda tostosun oynayışını izlerken, düşünüyorum da, 2 kişiyken 3 kişi olduk bu evde. Ve evin içinde dört dönen minik, bizim oğlumuz. Bundan sonra bizimle yaşayacak. Sanırım bir çocuğum olduğunu kabullenme sürecim ancak tamamlandı. 
Şimdi bunu neden yazdım bilmiyorum. Aslında yazıya başlarken amacım gece uykusu ile ilgili yazmaktı.
İçimden geldi böyle bir giriş yaptım. Uyku konusuna gelince, minik geceleri 3-4 kez uyanıyor. Bazen 1, 1.5 saat uyanık kalıyor. Genelde bir sıkıntısı olduğunda böyle olduğunu düşünüyorum ama sıkıntıyı her zaman tespit edemiyorum. Ve sürekli sebepler ararken buluyorum kendimi. Ki ben artık sormamaya çalışıyorum diyelim çünkü beni deli ediyor bu soru ve bulduğum anlamsız cevaplar. Çünkü bulduğum cevapları doğrulayacak biri yok karşımda. Kendi kendime o muydu bu muydu diye sorarak, bir sebep bulmaya çalışıyorum boşlukta.

Diş mi çıkarıyor acaba ?
Karnı mı acıktı ?
Gazı mı var ki ? (Artık bu soruyu sormuyoruz :))
Burnu tıkalı ondan sanırım. Ki bence bu cevap burnu aktığında en gerçeğe yakın cevap.
Karnı mı ağrıdı acaba. atalım tutsun.
Kulakları kaşınıyor, neden ki? vs vs

Aslında ilk aylardaki uykusuzluğumuzu hatırlayıp, şimdiki gece uyanışlarımı bunlar birşey değil canım, diye geçiştirmem lazım . Ama ilk zamanlardan beri, bir noktada rahata erme beklentim sebebiyle, şimdi daha az uykusuz kaldığımda bile bu neydi diye kendi kendime soruyorum. Ki düşününce ilk ayları, şimdi tosur tosur uyuyorum.

Kendime Not - tamamen rahata erme diye bir şey yok. Her ayın, her günün kendine has getirileri var. (bunu yazıyorum ama hala belki de vardır diye bir his var içimde)

16 Nisan 2012 Pazartesi

Oğlum,

Bir tanem,
Bu sana ilk mektubum. Oğlum diye başlayıp annen diye bitireceğim ilk mektup. Çok heyecanlandım şimdi. :) Senin bir gün bu mektubu okuyacağını bilmek çok değişik, çünkü şimdi miniciksin, 1 yaşında bir minik.

Cumartesi günü, 14 Nisan, ilk doğum gününü kutladık. Çok tatlı bir duygu bu. Çok duygulandım. Geçen sene bu zamanları hatırladım. Minik ellerinle doğuşunu. Seni ilk kez kucağıma alışımı. İlk emzirişimi. Turuncu minik kafanı :) Minicik gözlerini açışını. Kucağımda güvende hissetmeni. İlk uykusuz gecemizi. Ve bu bir sene ilkler hep devam etti. Ve biz her yeni ilk de çok heyecanlandık.

Bir an önce büyümeni değil, her anını doya doya yaşamayı istiyorum seninle.

Önümüzde kocaman yeni saatler, günler, aylar, yıllar var seninle beraber.

Bir tanem benim oğlum olduğun için, beni seçtiğin için ve ben de seni seçtiğim için çok mutluyum, çok şanslıyım.

İyi ki geldin hayatımıza.
Seni çok seviyorum bir tanem, minik tostosum.

Annen, :)